5 Ağustos 2010 Perşembe

Eve Dönüş

Uzun kilometreler ve günler sonra İstanbul yollarındayız.

Teşekkürler:
  • Arabasını ne yapacağımızı bile bile vererek bu geziyi mümkün kılan Çuka'ya,
  • Malzeme desteği veren BÜMAK'a, Mehmet Döker'e, Kayhan'a ve tabi ki İlker'e
  • Bana fotoğraf makinesi alıp çektiğim bütün fotoğraflara vesile olan biladerim Arkadaş'a,
  • Her türlü çamura, suya, kayaya dayanıklı, içine bütün malzemeleri sığdırabildiğim fotoğraf çantam PELI 1300'e (sponsor falan da değiller yani, öyle düşünün),
  • Bizi Taşeli'nin taşlarında bırakmayan vosvos arabamıza,
  • Yol boyunca neşe kaynağımız olan Hakan Taşıyan'a,
  • Güzel yurdumuzun yalnız lastikçilerine teşekkürü bir borç biliriz. (bi Sencer'e teşekkür etmiyoruz, bi suyu taşımadı bizim için mağarada)
Lütfen yorumlarını esirgemeyin ki bu kadar uğraşıp size yazdığımıza değmiş mi bilelim. Ona göre bi dahaki sefere uğraşmayız hiç.

son olarak, mutluluğun resmi:

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Yaylacık ve İniltipazarı'nı Tekte Alma

Arıtaş ve Peynirlik'teki işlerimiz erken bitince programımızda bir günlük bir boşluk açılmıştı. Biz de bu boşluğu MAD'ın Yaylacık gezisine günübirlik bir ziyaret yaparak değerlendirmek istedik. Yol tarifi olarak sencer'in verdiği GPS koordinatları ve Tulga'nın verdiği Yaylacık'a yakın yaylaların isimleri vardı. Daha ilk yol sorduğumuz arabanın şoförü aradığımız yerin yakınlarında bir yaylaya gittiğini söyleyince onu takip ettik. Yalnız "çaylar bizden"di.

Taşeli gibi Geyik Dağı'nda da halk mağaracılar ve mağaracılıktan haberdardı. "Mağaracıları arıyoruz" dediğimiz bir yörük, İzmir'li Fatih Büyüktopçu'yu kastederek "yahu adam her sene geliyor, sanki o gelecek diye yeni delik açacaz burada" diyerek bizi güldürdü.

Manzaralı yollardan geçerek Yaylacık kampına vardık. Güleryüzlü MAD'lı arkadaşlar bizi karşıladı, yemek verdi. Gerçekten oldukça lüks ve çeşit sahibi bir mutfağa sahiplerdi. Mağaranın soğuk ağzında saklanan sucuklar ise bizi kendimizden aldı. Havva'nın sarmalarından ve sigara böreklerinden bahsetmiyorum bile.

Planlar belirgin değildi. Bir süre bekledikten sonra o gün Yaylacık'a girmeyeceğimiz anlaşıldı. Yakınlardaki başka bir mağara olan İniltipazarı'na çoğu yenilerden oluşan altı kişilik bir ekip girecekti. Ahmet onlara destek olmak, biraz da döşeme düzeltmek için o ekibe katıldı. Ben de "boş duracağıma gider fotoğraf çekerim" diyerek o ekibe katıldım. Altı kişinin inip çıkmasının uzun süreceğini zaten tahmin etmiştim ama sonuçta yaşanan sıkıntılar ve içeri önce girenlerin üşümesi yüzünden bana sıra gelmedi. Ahmet çıkınca biraz bekleyip kampa döndük.

Ertesi sabah erkenden kalktık. O günü boş olan Sencer'i de alarak İniltipazarı'na üç kişilik bir ekiple girmeye karar verdik. Anlatılana göre kuru bir girişle obruk olarak başlayan mağara aşağıda su yoluna katılıyor ve hala ilerliyordu. Yapılması gereken bir döşeme vardı ve ileride Yaylacık'la birleşeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Üç kişi eğlenerek öğleden önce aşağı indik. İçeride geçirecek çok fazla zamanımız yoktu çünkü akşama Yaylacık'a zorlu bir giriş bizi bekliyordu.

Genelde çöküntü galerilerden, suyu bir kaybedip bir bularak ilerledik. Bahsedilen döşemeyi yapınca bir su yoluna indik. Böylece yıllardır efsane halini alan "su yoluna bağlanan obruk" kavramının gerçek olduğunu gördük. Her an Yaylacık'a bağlanacağız beklentisiyle yer yer tıkanmış pasajları yukarılardan aşarak su yolunda hevesle ilerledik. Ancak mağaranın sonunu ya da Yaylacık'a bağlandığı yeri bulamadan önce zamanımız bitti ve dışarı çıktık.

Zorlu girişe yoğun meditasyon ve rahatlama çalışmaları ile hazırlandık (yemek yedik). Uzun aradan sonra derin ve zor bir mağarada performansımın nasıl olacağını çok da kestiremiyordum. Öğrenmenin tek yolu vardı. Yiyebildiğim kadar yedikten sonra "hat, öyle bi şey yapalım kafamıza göre" diyerek akşam saat yedid mağaraya olan gönül yolculuğumuza başladık.

Yaylacık çok ilginç bir mağara. 90 metroluk ilk inişten sonra menderesler başlıyor. Peynirlik'te "Nesrin Topkapı Menderesleri" denilen zorlayıcı pasajlar kadar zor ve ondan kat kat uzun bu mendereslerden ilerlerken bir sürü yan kolun bağlandığını görüyorsunuz. Mağaranın derinliği 400-450 metro civarında olsa da iniş sayısı çok az. Sürekli hagadalardan Daha sonra mağara başka bir sisteme katılıyor ve tüm karakteri değişiyor. Tavanı çoğu yerde görünmeyen, yan yana 5 kişinin yürüyebileceği genişlikte galerilerden bir yeraltı nehrini takip ederek ilerliyorsunuz. Galerinin tepeden düşen koca kayalarla tıkandığı yerlerde yukarılara tırmanıp tekrar aşağı inmek gerekiyor. Onun haricinde iniş yok. Bir kaç metre irtifa kaybetmek için yüzlerce metre yürümek gerekiyor. Arada buz gibi sulara girmenizi gerektiren göller de işi kolaylaştırmıyor. Neredeyse her yüz metrede bir, yeni bir yan kol mağaraya bağlanıyor. Onlarca mağaranın suyunu toplayan bu sistem, araştırılması yıllar sürecek kadar büyük ve karmaşık.

Tulga, Emrah ve Birhan'la karşılaştık. Mağara içi karşılaşması muhabbetini ettikten sonra bize son vardıkları yeri ve son ölçüm noktasını anlattılar. Dediklerine göre su sifon yapıyormuş ve belki mağara bitebilirmiş. Ancak o noktaya gidene kadar arada derin göller varmış. Yanlarında bu amaçla taşıdıkları botu bize verdiler ve çıkışa doğru yola koyuldular, biz de mağaranın derinliklerine.

Araştırılan son noktaya varana kadar bir sürü gölü botla geçtik. Çünkü kazara çizmeme dolan suyun öğrettiği gibi su inanılmaz soğuktu. Göllerin derinliği de suyun çamurlu olması yüzünden anlaşılamıyordu. Ancak tam son araştırılan noktaya varmıştık ki zaten hava kaçıran botumuz patladı. "Artık dönüşte bağıra çağıra yüzeriz gölleri, ne yapalım" diyerek önümüzdeki göllere yoğunlaştık.

Tulgaların bahsettiği sifonla biten gölün karşı kıyısına yukarı tırmanıp, bir döşemeyle indik. Göl sifon yapıyordu hakkaten ama tepeden de geçiş mümkündü. Kısa bir mola verip geceyarısına doğru yemeklerimizi yedik ve tekrar yola koyulduk. Mağara aynı yataylık ve monotonlukta devam ediyordu. Yanımızdaki ip ve döşeme malzemesini dönüşte almak üzere bir kenara bıraktık ve karşımıza derin bir göl çıkmamasını umarak yola devam ettik. 800 metre ilerledikten sonra su yolu tekrar tıkanmıştı. Yine yolu tıkayan kayaların üzerinden tırmandık ama öbür taraftan inmek için ip gerekiyordu. Zaten anca ölçebileceğimiz bir mesafe yürüdüğümüz için ölçerek dönüşe geçtik. Büyük gölün başında tekrar mola verdik.

Arada ölçülmemiş bir kısım vardı. Oraya kadar olan döşemeyi de toplayarak iki kişi iki çantayla sabah 6:30 gibi çıkışa geçtik. Botumuz olmadığı için kendimizi en kötü duruma hazırlayarak göllerden yürüyerek geçtik. Neyse ki baldırdan daha derin bir göl yoktu. Bu badireyi de böylece atlattık. Ancak onca işarete rağmen mendereslerin asıl sisteme bağlandığı sapağı kaçırdık ve yan kolda bir müddet ilerledik. İnişte görmediğimiz şelalerde suyun içinden tırmanınca bir terslik olduğunu anladık ve geri döndük.

Yorucu darallardan çantalarımızla mücadele ederek çıkarken iyice acıkmış ve yorulmuştuk. Sonunda ben artık yaşımın izin verdiğini düşünerek çantamı bir kenarda bıraktım. Ahmet tabi ki bırakmadı. Arada ip görmesek yanlış yolda olduğumzdan emindik. Zira menderesler bitmek bilmiyordu. Arada gördüğümüz bir çıkışı son 90'lık çıkış sanıp biraz gevşedik. Durumun öyle olmadığı anlaşılınca boynumuzu büküp yola devam ettik. Sonunda öğleye doğru son 90'lık çıkışa ulaşınca rahat bir nefes aldık. Mağara ağzındaki sucuklardan birini yüzsüzce alıp kampa götürdük ve hayırsever insanlar bize bir tencere dolusu sucuklu yumurta yaptılar. Yemeğe ve uykuya bu kadar muhtaç olduktan sonra kavuşmak ikisinin de tadını daha bir arttırıyor gerçekten. İkisine de kavuştuktan sonra dönüş yoluna çıktık. Son mağaramıza ayırdığımız vakti de tüketmiştik ve Çuka'nın bize ayırdığı zamanın sonuna gelmiştik.

Yaylacık tek başına herhangi bir ekibin araştırmasının yıllar alacağı büyüklükte bir sistem. Bu sene İTÜMAK'lı arkadaşların da olduğu ekspedisyona umarım ileriki senelerde daha çok sayıda grubun katılacağı bir ekspedisyon düzenlenebilir ve mağaranın tamamı(!) araştırılabilir.

MAD'lı arkadaşlarımıza bizi aralarına kabul ettikleri ve pasaklılığımıza ve oburluğumuza tahammül ettikleri için içten teşekkürlerimizi sunarız.

Dim Çayı'nda İhbar


Bu sefer Ahmet'in bulduğu bir fotoğrafın peşinde Dim Çayı'nın üzerindeki bir suçıkanı aramaya gittik. Ahmet'in "Köy-Köy"ü ve benim Google Earth'üm sayesinde aradığımız köyü gece dokuza doğru bulduk. Yol sorduğumuz amcayla hoş-beş muhabbetimiz sonucu bize dere kenarında bir çardak gösterdi uyumamız için. Böylece suyun sakinleştirici sesiyle sabaha kadar deliksiz bir uyku çektik.

Sabah köyde bir iki yere sorarak aradığımız su kaynağının olduğu yere doğru yürümeye başladık. Güneşin kızgın ışınları ensemizi kavuruyor, her yerimizden şıp-şıp ter damlıyordu. Tam böyle bir günde böyle bir mağarayı aramanın pek akıl karı olmadığını düşünürken dere boyuna vardık. Birbiri ardına şelaleler ve göllerin bulunduğu vadi tabanı dışarıya göre çok serindi. Gördüğümüz fotoğrafın çekildiği yeri ararken gür bir şelalenin döküldüğü zümrüt yeşili bir göl bulduk.

Normal şartlarda sudan hiç de hazzetmeyen ben bile bu görüntünün davetkarlığı karşısında dayanamadım ve kendimi buz gibi sulara atıverdim. Bir süre burada oyalandıktan sonra tekrar mağarayı aramaya koyulduk.

Patika bile olmayan yoğun bitki örtülü dik yamaçlardan zar zor ilerledik. Uzun mücadeleler sonrasında vadinin yukarılarında bir dere yatağına inmeyi başardık. Dere yatağında yukarı doğru yürüdük ve aradığımız yeri malesef bulamadık. Tam geri dönmek için bir yol arıyorduk ki birden derenin suyunun bir deliğe battığı yeri keşfettik. Tabi ki ikimiz de çok heyecanlanmıştık. Derenin aşağı taraflarına geri dönüp batan su bir yerlerden çıkıyor mu diye bakarken bir anda kendimizi o fotoğrafın karşısında bulduk. Meğer o kaynağın suyu mağaraya batan dereymiş.

Mağaranın girişini ve çıkışını bilsek de içini çok merak ediyorduk. Hemen arabamıza döndük ve hazırlandık (arada bizi köyde bir amca evine davet etti ve yemek yedirdi ki oldukça lezizdi). Eşyaları yüklenip cehennem sıcağının kavurduğu dışarıdan ıslanmadan bekleme imkanınızın olmadığı mağara ağzına tırmandık. İçerisi gerçekten haşmetli ve ürkütücüydü. Yaklaşık 40 metro yukarıdan batan dere, 30 metrelik bir şelaleyle bir göle dökülüyordu. Gölün suları tepsideki bir bardak gibi çalkalanıyordu. Şelalenin sesi ve şiddeti o kadar ürkünçtü ki, yanına kadar girmeye cesaret edemedik. Bulabildiğimiz en kuru noktadan bir fotoğraf çekmeyi başardık ama o hissi yeterince verdiğini sanmıyorum. İçeride kaldığımız 20 dakikada hipotermiye girercesine üşüdüğümüzden kendimizi dışarı attık.

Ahmet bir de mağaranın yukarıki ağzından girmek istedi. Ancak suyun aşırı fazla debisi yüzünden fazla ilerleyemedi. En kısa zamanda buraya dönmek üzere Dim Çayı'nı geride bırakarak MAD'lı arkadaşların büyük faaliyeti olan Yaylacık Düdeni Araştırmasına doğru yola koyulduk.