5 Ağustos 2010 Perşembe

Eve Dönüş

Uzun kilometreler ve günler sonra İstanbul yollarındayız.

Teşekkürler:
  • Arabasını ne yapacağımızı bile bile vererek bu geziyi mümkün kılan Çuka'ya,
  • Malzeme desteği veren BÜMAK'a, Mehmet Döker'e, Kayhan'a ve tabi ki İlker'e
  • Bana fotoğraf makinesi alıp çektiğim bütün fotoğraflara vesile olan biladerim Arkadaş'a,
  • Her türlü çamura, suya, kayaya dayanıklı, içine bütün malzemeleri sığdırabildiğim fotoğraf çantam PELI 1300'e (sponsor falan da değiller yani, öyle düşünün),
  • Bizi Taşeli'nin taşlarında bırakmayan vosvos arabamıza,
  • Yol boyunca neşe kaynağımız olan Hakan Taşıyan'a,
  • Güzel yurdumuzun yalnız lastikçilerine teşekkürü bir borç biliriz. (bi Sencer'e teşekkür etmiyoruz, bi suyu taşımadı bizim için mağarada)
Lütfen yorumlarını esirgemeyin ki bu kadar uğraşıp size yazdığımıza değmiş mi bilelim. Ona göre bi dahaki sefere uğraşmayız hiç.

son olarak, mutluluğun resmi:

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Yaylacık ve İniltipazarı'nı Tekte Alma

Arıtaş ve Peynirlik'teki işlerimiz erken bitince programımızda bir günlük bir boşluk açılmıştı. Biz de bu boşluğu MAD'ın Yaylacık gezisine günübirlik bir ziyaret yaparak değerlendirmek istedik. Yol tarifi olarak sencer'in verdiği GPS koordinatları ve Tulga'nın verdiği Yaylacık'a yakın yaylaların isimleri vardı. Daha ilk yol sorduğumuz arabanın şoförü aradığımız yerin yakınlarında bir yaylaya gittiğini söyleyince onu takip ettik. Yalnız "çaylar bizden"di.

Taşeli gibi Geyik Dağı'nda da halk mağaracılar ve mağaracılıktan haberdardı. "Mağaracıları arıyoruz" dediğimiz bir yörük, İzmir'li Fatih Büyüktopçu'yu kastederek "yahu adam her sene geliyor, sanki o gelecek diye yeni delik açacaz burada" diyerek bizi güldürdü.

Manzaralı yollardan geçerek Yaylacık kampına vardık. Güleryüzlü MAD'lı arkadaşlar bizi karşıladı, yemek verdi. Gerçekten oldukça lüks ve çeşit sahibi bir mutfağa sahiplerdi. Mağaranın soğuk ağzında saklanan sucuklar ise bizi kendimizden aldı. Havva'nın sarmalarından ve sigara böreklerinden bahsetmiyorum bile.

Planlar belirgin değildi. Bir süre bekledikten sonra o gün Yaylacık'a girmeyeceğimiz anlaşıldı. Yakınlardaki başka bir mağara olan İniltipazarı'na çoğu yenilerden oluşan altı kişilik bir ekip girecekti. Ahmet onlara destek olmak, biraz da döşeme düzeltmek için o ekibe katıldı. Ben de "boş duracağıma gider fotoğraf çekerim" diyerek o ekibe katıldım. Altı kişinin inip çıkmasının uzun süreceğini zaten tahmin etmiştim ama sonuçta yaşanan sıkıntılar ve içeri önce girenlerin üşümesi yüzünden bana sıra gelmedi. Ahmet çıkınca biraz bekleyip kampa döndük.

Ertesi sabah erkenden kalktık. O günü boş olan Sencer'i de alarak İniltipazarı'na üç kişilik bir ekiple girmeye karar verdik. Anlatılana göre kuru bir girişle obruk olarak başlayan mağara aşağıda su yoluna katılıyor ve hala ilerliyordu. Yapılması gereken bir döşeme vardı ve ileride Yaylacık'la birleşeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Üç kişi eğlenerek öğleden önce aşağı indik. İçeride geçirecek çok fazla zamanımız yoktu çünkü akşama Yaylacık'a zorlu bir giriş bizi bekliyordu.

Genelde çöküntü galerilerden, suyu bir kaybedip bir bularak ilerledik. Bahsedilen döşemeyi yapınca bir su yoluna indik. Böylece yıllardır efsane halini alan "su yoluna bağlanan obruk" kavramının gerçek olduğunu gördük. Her an Yaylacık'a bağlanacağız beklentisiyle yer yer tıkanmış pasajları yukarılardan aşarak su yolunda hevesle ilerledik. Ancak mağaranın sonunu ya da Yaylacık'a bağlandığı yeri bulamadan önce zamanımız bitti ve dışarı çıktık.

Zorlu girişe yoğun meditasyon ve rahatlama çalışmaları ile hazırlandık (yemek yedik). Uzun aradan sonra derin ve zor bir mağarada performansımın nasıl olacağını çok da kestiremiyordum. Öğrenmenin tek yolu vardı. Yiyebildiğim kadar yedikten sonra "hat, öyle bi şey yapalım kafamıza göre" diyerek akşam saat yedid mağaraya olan gönül yolculuğumuza başladık.

Yaylacık çok ilginç bir mağara. 90 metroluk ilk inişten sonra menderesler başlıyor. Peynirlik'te "Nesrin Topkapı Menderesleri" denilen zorlayıcı pasajlar kadar zor ve ondan kat kat uzun bu mendereslerden ilerlerken bir sürü yan kolun bağlandığını görüyorsunuz. Mağaranın derinliği 400-450 metro civarında olsa da iniş sayısı çok az. Sürekli hagadalardan Daha sonra mağara başka bir sisteme katılıyor ve tüm karakteri değişiyor. Tavanı çoğu yerde görünmeyen, yan yana 5 kişinin yürüyebileceği genişlikte galerilerden bir yeraltı nehrini takip ederek ilerliyorsunuz. Galerinin tepeden düşen koca kayalarla tıkandığı yerlerde yukarılara tırmanıp tekrar aşağı inmek gerekiyor. Onun haricinde iniş yok. Bir kaç metre irtifa kaybetmek için yüzlerce metre yürümek gerekiyor. Arada buz gibi sulara girmenizi gerektiren göller de işi kolaylaştırmıyor. Neredeyse her yüz metrede bir, yeni bir yan kol mağaraya bağlanıyor. Onlarca mağaranın suyunu toplayan bu sistem, araştırılması yıllar sürecek kadar büyük ve karmaşık.

Tulga, Emrah ve Birhan'la karşılaştık. Mağara içi karşılaşması muhabbetini ettikten sonra bize son vardıkları yeri ve son ölçüm noktasını anlattılar. Dediklerine göre su sifon yapıyormuş ve belki mağara bitebilirmiş. Ancak o noktaya gidene kadar arada derin göller varmış. Yanlarında bu amaçla taşıdıkları botu bize verdiler ve çıkışa doğru yola koyuldular, biz de mağaranın derinliklerine.

Araştırılan son noktaya varana kadar bir sürü gölü botla geçtik. Çünkü kazara çizmeme dolan suyun öğrettiği gibi su inanılmaz soğuktu. Göllerin derinliği de suyun çamurlu olması yüzünden anlaşılamıyordu. Ancak tam son araştırılan noktaya varmıştık ki zaten hava kaçıran botumuz patladı. "Artık dönüşte bağıra çağıra yüzeriz gölleri, ne yapalım" diyerek önümüzdeki göllere yoğunlaştık.

Tulgaların bahsettiği sifonla biten gölün karşı kıyısına yukarı tırmanıp, bir döşemeyle indik. Göl sifon yapıyordu hakkaten ama tepeden de geçiş mümkündü. Kısa bir mola verip geceyarısına doğru yemeklerimizi yedik ve tekrar yola koyulduk. Mağara aynı yataylık ve monotonlukta devam ediyordu. Yanımızdaki ip ve döşeme malzemesini dönüşte almak üzere bir kenara bıraktık ve karşımıza derin bir göl çıkmamasını umarak yola devam ettik. 800 metre ilerledikten sonra su yolu tekrar tıkanmıştı. Yine yolu tıkayan kayaların üzerinden tırmandık ama öbür taraftan inmek için ip gerekiyordu. Zaten anca ölçebileceğimiz bir mesafe yürüdüğümüz için ölçerek dönüşe geçtik. Büyük gölün başında tekrar mola verdik.

Arada ölçülmemiş bir kısım vardı. Oraya kadar olan döşemeyi de toplayarak iki kişi iki çantayla sabah 6:30 gibi çıkışa geçtik. Botumuz olmadığı için kendimizi en kötü duruma hazırlayarak göllerden yürüyerek geçtik. Neyse ki baldırdan daha derin bir göl yoktu. Bu badireyi de böylece atlattık. Ancak onca işarete rağmen mendereslerin asıl sisteme bağlandığı sapağı kaçırdık ve yan kolda bir müddet ilerledik. İnişte görmediğimiz şelalerde suyun içinden tırmanınca bir terslik olduğunu anladık ve geri döndük.

Yorucu darallardan çantalarımızla mücadele ederek çıkarken iyice acıkmış ve yorulmuştuk. Sonunda ben artık yaşımın izin verdiğini düşünerek çantamı bir kenarda bıraktım. Ahmet tabi ki bırakmadı. Arada ip görmesek yanlış yolda olduğumzdan emindik. Zira menderesler bitmek bilmiyordu. Arada gördüğümüz bir çıkışı son 90'lık çıkış sanıp biraz gevşedik. Durumun öyle olmadığı anlaşılınca boynumuzu büküp yola devam ettik. Sonunda öğleye doğru son 90'lık çıkışa ulaşınca rahat bir nefes aldık. Mağara ağzındaki sucuklardan birini yüzsüzce alıp kampa götürdük ve hayırsever insanlar bize bir tencere dolusu sucuklu yumurta yaptılar. Yemeğe ve uykuya bu kadar muhtaç olduktan sonra kavuşmak ikisinin de tadını daha bir arttırıyor gerçekten. İkisine de kavuştuktan sonra dönüş yoluna çıktık. Son mağaramıza ayırdığımız vakti de tüketmiştik ve Çuka'nın bize ayırdığı zamanın sonuna gelmiştik.

Yaylacık tek başına herhangi bir ekibin araştırmasının yıllar alacağı büyüklükte bir sistem. Bu sene İTÜMAK'lı arkadaşların da olduğu ekspedisyona umarım ileriki senelerde daha çok sayıda grubun katılacağı bir ekspedisyon düzenlenebilir ve mağaranın tamamı(!) araştırılabilir.

MAD'lı arkadaşlarımıza bizi aralarına kabul ettikleri ve pasaklılığımıza ve oburluğumuza tahammül ettikleri için içten teşekkürlerimizi sunarız.

Dim Çayı'nda İhbar


Bu sefer Ahmet'in bulduğu bir fotoğrafın peşinde Dim Çayı'nın üzerindeki bir suçıkanı aramaya gittik. Ahmet'in "Köy-Köy"ü ve benim Google Earth'üm sayesinde aradığımız köyü gece dokuza doğru bulduk. Yol sorduğumuz amcayla hoş-beş muhabbetimiz sonucu bize dere kenarında bir çardak gösterdi uyumamız için. Böylece suyun sakinleştirici sesiyle sabaha kadar deliksiz bir uyku çektik.

Sabah köyde bir iki yere sorarak aradığımız su kaynağının olduğu yere doğru yürümeye başladık. Güneşin kızgın ışınları ensemizi kavuruyor, her yerimizden şıp-şıp ter damlıyordu. Tam böyle bir günde böyle bir mağarayı aramanın pek akıl karı olmadığını düşünürken dere boyuna vardık. Birbiri ardına şelaleler ve göllerin bulunduğu vadi tabanı dışarıya göre çok serindi. Gördüğümüz fotoğrafın çekildiği yeri ararken gür bir şelalenin döküldüğü zümrüt yeşili bir göl bulduk.

Normal şartlarda sudan hiç de hazzetmeyen ben bile bu görüntünün davetkarlığı karşısında dayanamadım ve kendimi buz gibi sulara atıverdim. Bir süre burada oyalandıktan sonra tekrar mağarayı aramaya koyulduk.

Patika bile olmayan yoğun bitki örtülü dik yamaçlardan zar zor ilerledik. Uzun mücadeleler sonrasında vadinin yukarılarında bir dere yatağına inmeyi başardık. Dere yatağında yukarı doğru yürüdük ve aradığımız yeri malesef bulamadık. Tam geri dönmek için bir yol arıyorduk ki birden derenin suyunun bir deliğe battığı yeri keşfettik. Tabi ki ikimiz de çok heyecanlanmıştık. Derenin aşağı taraflarına geri dönüp batan su bir yerlerden çıkıyor mu diye bakarken bir anda kendimizi o fotoğrafın karşısında bulduk. Meğer o kaynağın suyu mağaraya batan dereymiş.

Mağaranın girişini ve çıkışını bilsek de içini çok merak ediyorduk. Hemen arabamıza döndük ve hazırlandık (arada bizi köyde bir amca evine davet etti ve yemek yedirdi ki oldukça lezizdi). Eşyaları yüklenip cehennem sıcağının kavurduğu dışarıdan ıslanmadan bekleme imkanınızın olmadığı mağara ağzına tırmandık. İçerisi gerçekten haşmetli ve ürkütücüydü. Yaklaşık 40 metro yukarıdan batan dere, 30 metrelik bir şelaleyle bir göle dökülüyordu. Gölün suları tepsideki bir bardak gibi çalkalanıyordu. Şelalenin sesi ve şiddeti o kadar ürkünçtü ki, yanına kadar girmeye cesaret edemedik. Bulabildiğimiz en kuru noktadan bir fotoğraf çekmeyi başardık ama o hissi yeterince verdiğini sanmıyorum. İçeride kaldığımız 20 dakikada hipotermiye girercesine üşüdüğümüzden kendimizi dışarı attık.

Ahmet bir de mağaranın yukarıki ağzından girmek istedi. Ancak suyun aşırı fazla debisi yüzünden fazla ilerleyemedi. En kısa zamanda buraya dönmek üzere Dim Çayı'nı geride bırakarak MAD'lı arkadaşların büyük faaliyeti olan Yaylacık Düdeni Araştırmasına doğru yola koyulduk.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Taşeli

Bir bölge insanın hayatında ne kadar çok yer kaplayabilir? Benim için Taşeli, hem fiziksel vahşiliği hem de hayatımın en heyecanlı ve en travmatik olaylarını yaşadığım yer olması sayesinde çok özel bir öneme sahip. Ama yine de Ahmet'le "tekte alma" planlarımız yaparken Peynirlik'e (EGMA) girme fikrini neden ortaya attığımı tam olarak bilemiyorum. Belki sadece, Ahmet'e söylediğim gibi araştırılmamış yan kollara bakmak içindi. Belki de Peynir'in üzerimdeki lanetinden kurtulduğumu görmek istiyordum.

Sebebini bilmeden ortaya attığım fikrin sonucu olarak Aladağlar'dan Taşeli Platosu'na doğru yola çıktık. Sencer'in verdiği GPS koordinatlı yol tarifi olmasa bulamayacağımız karmaşıklıktaki (belki Metin Albükrek'in "genellikle soldan gidiniz" tarifiyle bulabilirdik, kim bilir?) stabilize yollardan dikkatle ilerliyorduk. Hava kararırken yayla yolundaki son köy olan Çamurlu'dan geçtik. Gece onbirde yaylanın başından usulca "Slovenya" çektik, cevap gelmedi. Kiraz Teyze'ler ve diğer yörükler yayladaki evlerini satmışlar, artık yukarı gelmez olmuşlar. Çukur Yayla'nın ortasına inen yol da kullanılamaz hale gelmiş. Arabayı Peynirlik ve Çukur yaylalarını ayıran sırtın az berisinde durdurup uyuduk.
Sabah uyanınca yayladaki değişimi daha iyi fark edebildim. Öncelikle keçilerin gitmesiyle yayla daha bir yeşillenmiş, bitkiler bütün yaylayı kaplar hale gelmiş. Kiraz Teyze'nin "Akiiiiiif! Ay Akiiiiif" diye bağırmasının eksikliği yaylaya ıssız bir yer izlenimi veriyor.
Hava durumu Hadim bölgesi için o gün yağışlı göründüğünden girişimizi öğleden sonraya erteledik. Gidip Çukurpınar'ın ağzından taş attık, heybetini bir kere daha takdir ettik. Öğleden sonra saat iki gibi mağaraya doğru yola çıktık.

Mağaranın girişinde bizi hiç özlemediğim sinekler karşıladı. Çabucak giyinip "daracık girişten içeri süzüldük." Yayla gibi, mağaranın içi de değişmişti. İlk 50 metredeki alçak sürünme parkurundaki çamur eğilere yürümeye izin verecek kadar alçalmış.

Peynirlik benim üçüncü dikey mağaramdı. 1994 yılında, Çukur Yayla'ya ilk gelişimde Çukur'un araştırması bitmiş, emekler Peynirlikönü'ne yoğunlaşmıştı. Çukurpınar gibi 5 kişinin kolkola yürüyebildiği galerilere sahip bir mağara yerine daracık menderesler ve klostrofobik giriş pasajlarından oluşan Peynirlik'e Çukur jenerasyonu mağaracıların adapte olması oldukça zor olmuştu. Mağaradan her çıkan mağaracı, "bir daha bu mağaraya gireni..." ile başlayan ve çocukların duymaması gereken sözlerle biten cümleler sarf ediyordu. İnsanları bu kadar canından bezdiren mağaranın nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyordum. Abim Arkadaş ile ilk defa mağaraya girdiğimde giriş kısımları o kadar da kötü gelmemişti. Tamam biraz çamurlanıyordunuz ama ilerlemek pek de zor değildi. Daha sonra ayağa kalkınca iyice gaza gelmiş, "aman bu muymuş insanların bu kadar sövdüğü mağara?" diye ukalaca tavırlara girmiştim. Sonra içgüdüsel olarak yerdeki bir şeyin üzerinden atladım. Varlığını bile kale almadığım bu delik mağaranın devamına açılan geçitti. Şaşkınlık içerisinde arkadan gelen abimin bu delikten girmesini izledim. Sonra derin bir nefes alarak ben de onu takip ettim.
İleriki yıllarda "büzük deliği" olarak adlandırılacak olan bu kısım mağaranın en dar kısımlarını oluşturan geçitlerin başını işaretliyordu. Bu dar geçitlerin mağaranın başında olması, mağaranın içinde sedyelik bir kurtarma operasyonunu da çok zor belki de imkansız bir hale getiriyordu.


Mağaraya ilk girişim üzerinden geçen 16 yıl sonra Havuzlu kaydıraktan inip "büzük deliği"ne yaklaştığımızda Ahmet'in büzük deliğini görünce yaşayacağı şaşkınlığı düşünerek içimden kıs kıs gülüyordum. Ancak şaşkınlığı yaşayan ben oldum. Zira büzük deliği ortalarda görünmüyordu. Sel sularıyla gelen taşlarla tıkanmıştı. O ana kadar mağara beni pek de germemişti. O görüntü hem sel sonrası yaşadıklarımızı hatırlattı hem de suyun gücünü tekrar göstermiş oldu.

Ahmet taşları temizlerken benim de heyecanım yerini bir endişeye bırakmaya başlamıştı. Üç çantamızı alıp darallardan geçmeye başladık. İlk yirmiliğin dibine indiğimizde içimdeki heyecan ve gerginlik duyguları birbirine karışıyordu. Bir yandan bu güzel mağaranın inişlerinden ve hagadalarından inmenin hazzı, diğer yandan bütün yaşanan kötü olayların hatırası.

İlk hedefimiz olan 105'teki yan kola geldiğimizde benim tadım iyiden iyiye kaçmıştı. Oktar'ın zamanında incelediği inişte belki yukarılara doğru bir geçiş buluruz umuduyla yan kolun olduğu yere tırmandık. Yukarı doğru bir çıkış imkanının olmadığını görünce kolun dibine indik ve buradan ana kola bağlandık.

Biraz oturup bir şeyler yedik. "Belki biraz daha inip ısınırsam kendime gelirim" dedim. Bir kaç iniş daha indik. Benim stresim azalmıyor, artıyordu. Ahmet'e "çıkalım mı" diye sordum. Gerginliğimi o da hissetmiş olacak, duraklamadan "tabi abi, nasıl istersen" dedi. Daha aşağıdaki yan kola bakma fikrinden vaz geçmiş olduk ve toplayarak çıkışa geçtik. Çıkışa ulaşıp mağaranın ağzına oturunca rahat bir nefes aldım. Bazı travmaların üstesinden gelinemiyordu belki de.

Ertesi gün sabah biraz yüzey taraması yaptık. Bir şey bulamadık ve öğlen gibi yola koyulduk. Taşeli'den inen yokuşun 23 tam dönüşlü viraja sahip kısmındaki bakkalda mola verdik. Bakkal amcayla karısı beni anımsadılar. Eskiden kalabalık ekiplerle gelen mağaracılardan bahsettiler. Hatta bir tanesi o zamanlar çok ufak olan çocuklarının fotoğrafını çekmişti ama malesef kendilerine bir kopyasını göndermemişti. İkram ettikleri yemeği (çökelek, bal-kaymak, keçi peyniri ve bazlama) afiyetle yedik ve Anamur'a doğru yola koyulduk.

Anamur'daki bir pastanede dondurma yemek isteyince görünüş (ve kokuş) olarak ne kadar insanlıktan çıktığımızı fark ettik ve utandık. Ama dondurmaları da yedik. Şimdi MAD'ın yaylacık etkinliğine kısa bir süre katılmak üzere Gündoğmuş'a doğru gidiyoruz. Ama önce bir yere daha uğrayacağız.


29 Temmuz 2010 Perşembe

Aladağlar'da Mola

İzmit'te unuttuğumuz malzemelerin yerine, İlker sağolsun bir çanta dolusu ipi Niğde'ye yolladı. Biz de malzemeler gelene kadar Aladağlar'a uğrayıp Cımbar Vadisi'nde bir-iki tırmanış yapalım dedik. Ahmet'in tırmanış ayakabılarını unuttuğu ortaya çıkınca oradaki dağcı arkadaşlara hayatlarının şokunu yaşatan sahneler ortaya çıktı.

Sabah güzel bir sürpriz de Arıtaş'ta bozulan flaşımızın tekrar çalışmaya başlaması oldu. Niğde'den alışverişimizi yapıp. Konya'ya doğru yola çıktık. Hepinizi gözlerinizden öpüyoruz.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İkinci Mağara: Arıtaş Suçıkanı


Evrim'in Google Earth'ten yaklaşık bir sene önce bulduğu Arıtaş Suçıkanı'na gitmek için Ankara'dan Kayseri'ye doğru yola koyulduk. Dünkü lastik macerasının üzerinden 5 saat geçmemişti ki bu sefer de sağ arka lastiği kaybettik. Artık biraz da elimiz alıştığı için çabucak lastiği değiştirip önümüzdeki ilk yerleşim yerine vardık. Gecenin körü olduğu için in-cin top oynuyordu. Arabayı kenara çekip uyuduk.


Sabahın köründe kalkıp lastikçinin açılmasını beklerken biraz daha insana benzemek için traş olduk. Lastikçi camiasını biraz daha zenginleştirdikten sonra Afşin'e doğru yola çıktık. Havanın sıcaklığı asfaltı kavuruyordu. Daha fazla lastik kaybetmeden ve arabanın herhangi bir aksamını eritmeden Afşin'e vardık. Bir kaç gündür çok geç saatte yatıp güneşin doğuşuyla kalktığımız için uykusuzluktan kırılıyorduk ve bunun da etkisi yavaş yavaş belli olmaya başladı. Mağara çizmemi bulamadığım için Parsık'a yürüyüş botlarıyla girmiştim. Çok da sıkıntı olmamıştı. Bu nedenle Afşin'de Ahmet'in "sana çizme alalım" önerisine neredeyse "boşver yeaa" diyordum. Zorla aldığım çizmenin faydasını o akşam anlayacaktık.
Arıtaş Jandarma'ya uğrayıp nöbetçi komutana kimliklerimizi verdik, ne yaptığımızı anlattık. Dönüşte uğramamızı rica edip yayla yolunu da tarif ettikten sonra bizi uğurladı.
Arıtaş Yaylası 2300 metre rakımda, Taşeli'yi andıran görkemli bir karstik yapıya sahip. Arabayı mağaradan 600 metre uzaktaki bir düzlüğe bıraktık. Mağara için hazırlanmaya başladık. Ve ben bunadığımı anladım.
Parsık'ta 100 metre ip, benim ayakkabılar ve bir de çantamız, yattığımız yerde kalmıştı. Kurusunlar diye çayırlığa bırakmış ve oracıkta unutmuştum. Eğer Afşin'den o çizmeleri almasaydık mağaraya girmek mümkün olmayacaktı.

Gece sekiz buçukta mağaraya ağzındaydık. Mağara 9 metrelik bir şelale ile başlıyordu. Serbest tırmanış imkanının olmadığı şelalenin tepesine ulaşmak için sağ duvardan yukarı bolt çakarak tırmanmaya başladık. Hilti'nin sayesinde 5 bolt çaktıktan sonra vahşi bir pandülün ardından 3-4 metrelik tırmanışla şelalenin tepesine ulaştık. "Bu akşam sadece şelaleyi tırmanırız, yarın da devamına bakarız" diyorduk ama şelalenin tepesine ulaşıp içeriye bir göz attık ki ne görelim? Gördüğümüz en aktif ve güzel galerilerden biri mağaranın derinliklerine davet ediyordu. Kendimizden geçmiş bir şekilde ikinci bir şelale daha tırmanıp koşar adımlarla mağaranın dibine kadar ilerledik. Mükemmel mağaramız yaklaşık 600 metre sonra daralarak sona erdi. Yorgun ama mutlu bir şekilde mağaradan çıkıp kampımıza döndüğümüzde saat sabah iki buçuktu. Uykusuzluk, açlığımızı yendi ve hemen yattık.
Sabah güneşin ısrarlı dürtmesiyle uyandık. Geniş geniş dinlenerek akşam üzeri dört gibi ölçüme girdik. İkinci şelalenin başına, inerken tutunabilmek için bir ip bırakmıştık. Önden ben çıktım, arkadan Ahmet geldi. İnişin başında "burda güzel fotoğraf çekilir" falan diye muhabbet ederken gözümün kenarıyla bir eksiklik fark ettim.
"Ahmet, ip nerde?"
"Bilmiyorum, nerde?"
Ahmet inişin tepesinde döşemenin bağlı olduğu babadan perlonu çıkarmış ve çözülünce de ip haliyle aşağı düşmüş. Bir süre aptallığımıza güldükten sonra elimizdeki göbek bağı, üzengi ve perlonları birbirine bağlayarak yeni bir döşeme yaptık ve inip ipi aldık. Ölçe ölçe ilerledik. Ahmet mağaranın sonundaki darala bir kere daha kafayı soktu ama bir sonuç alamadı. Hızlı bir şekilde dönüşe geçtik ve bir saat sonra mağaranın ağzına vardık.

Şimdi Kayseri'de "Ana'nın Yeri"nde mantı yiyoruz. Çayımızı içip bir sonraki hedefimize doğru yola çıkacağız.

25 Temmuz 2010 Pazar

2. gün: Yol

Bugün lastiğimiz patladı (havaya uçtu). Lastiği çıkarınca gördüğümüz manzara bizi biraz tırsıttı. Bunun üzerine bütün lastikleri değiştirmeye karar verdik. Uzun süre uygun lastikleri aradık. Bulunca da değiştirene kadar saatlerimiz gitti.

Gece dokuzda Kayseriye vardık ve kamp alışverişi yaptık. Piller fiyatlarıyla yine belimizi büktü. Ama önümüzdeki günlerde aç kalmayız herhalde.

Saat gece 11 ve şu an mağara yolundayız.