31 Temmuz 2010 Cumartesi

Taşeli

Bir bölge insanın hayatında ne kadar çok yer kaplayabilir? Benim için Taşeli, hem fiziksel vahşiliği hem de hayatımın en heyecanlı ve en travmatik olaylarını yaşadığım yer olması sayesinde çok özel bir öneme sahip. Ama yine de Ahmet'le "tekte alma" planlarımız yaparken Peynirlik'e (EGMA) girme fikrini neden ortaya attığımı tam olarak bilemiyorum. Belki sadece, Ahmet'e söylediğim gibi araştırılmamış yan kollara bakmak içindi. Belki de Peynir'in üzerimdeki lanetinden kurtulduğumu görmek istiyordum.

Sebebini bilmeden ortaya attığım fikrin sonucu olarak Aladağlar'dan Taşeli Platosu'na doğru yola çıktık. Sencer'in verdiği GPS koordinatlı yol tarifi olmasa bulamayacağımız karmaşıklıktaki (belki Metin Albükrek'in "genellikle soldan gidiniz" tarifiyle bulabilirdik, kim bilir?) stabilize yollardan dikkatle ilerliyorduk. Hava kararırken yayla yolundaki son köy olan Çamurlu'dan geçtik. Gece onbirde yaylanın başından usulca "Slovenya" çektik, cevap gelmedi. Kiraz Teyze'ler ve diğer yörükler yayladaki evlerini satmışlar, artık yukarı gelmez olmuşlar. Çukur Yayla'nın ortasına inen yol da kullanılamaz hale gelmiş. Arabayı Peynirlik ve Çukur yaylalarını ayıran sırtın az berisinde durdurup uyuduk.
Sabah uyanınca yayladaki değişimi daha iyi fark edebildim. Öncelikle keçilerin gitmesiyle yayla daha bir yeşillenmiş, bitkiler bütün yaylayı kaplar hale gelmiş. Kiraz Teyze'nin "Akiiiiiif! Ay Akiiiiif" diye bağırmasının eksikliği yaylaya ıssız bir yer izlenimi veriyor.
Hava durumu Hadim bölgesi için o gün yağışlı göründüğünden girişimizi öğleden sonraya erteledik. Gidip Çukurpınar'ın ağzından taş attık, heybetini bir kere daha takdir ettik. Öğleden sonra saat iki gibi mağaraya doğru yola çıktık.

Mağaranın girişinde bizi hiç özlemediğim sinekler karşıladı. Çabucak giyinip "daracık girişten içeri süzüldük." Yayla gibi, mağaranın içi de değişmişti. İlk 50 metredeki alçak sürünme parkurundaki çamur eğilere yürümeye izin verecek kadar alçalmış.

Peynirlik benim üçüncü dikey mağaramdı. 1994 yılında, Çukur Yayla'ya ilk gelişimde Çukur'un araştırması bitmiş, emekler Peynirlikönü'ne yoğunlaşmıştı. Çukurpınar gibi 5 kişinin kolkola yürüyebildiği galerilere sahip bir mağara yerine daracık menderesler ve klostrofobik giriş pasajlarından oluşan Peynirlik'e Çukur jenerasyonu mağaracıların adapte olması oldukça zor olmuştu. Mağaradan her çıkan mağaracı, "bir daha bu mağaraya gireni..." ile başlayan ve çocukların duymaması gereken sözlerle biten cümleler sarf ediyordu. İnsanları bu kadar canından bezdiren mağaranın nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyordum. Abim Arkadaş ile ilk defa mağaraya girdiğimde giriş kısımları o kadar da kötü gelmemişti. Tamam biraz çamurlanıyordunuz ama ilerlemek pek de zor değildi. Daha sonra ayağa kalkınca iyice gaza gelmiş, "aman bu muymuş insanların bu kadar sövdüğü mağara?" diye ukalaca tavırlara girmiştim. Sonra içgüdüsel olarak yerdeki bir şeyin üzerinden atladım. Varlığını bile kale almadığım bu delik mağaranın devamına açılan geçitti. Şaşkınlık içerisinde arkadan gelen abimin bu delikten girmesini izledim. Sonra derin bir nefes alarak ben de onu takip ettim.
İleriki yıllarda "büzük deliği" olarak adlandırılacak olan bu kısım mağaranın en dar kısımlarını oluşturan geçitlerin başını işaretliyordu. Bu dar geçitlerin mağaranın başında olması, mağaranın içinde sedyelik bir kurtarma operasyonunu da çok zor belki de imkansız bir hale getiriyordu.


Mağaraya ilk girişim üzerinden geçen 16 yıl sonra Havuzlu kaydıraktan inip "büzük deliği"ne yaklaştığımızda Ahmet'in büzük deliğini görünce yaşayacağı şaşkınlığı düşünerek içimden kıs kıs gülüyordum. Ancak şaşkınlığı yaşayan ben oldum. Zira büzük deliği ortalarda görünmüyordu. Sel sularıyla gelen taşlarla tıkanmıştı. O ana kadar mağara beni pek de germemişti. O görüntü hem sel sonrası yaşadıklarımızı hatırlattı hem de suyun gücünü tekrar göstermiş oldu.

Ahmet taşları temizlerken benim de heyecanım yerini bir endişeye bırakmaya başlamıştı. Üç çantamızı alıp darallardan geçmeye başladık. İlk yirmiliğin dibine indiğimizde içimdeki heyecan ve gerginlik duyguları birbirine karışıyordu. Bir yandan bu güzel mağaranın inişlerinden ve hagadalarından inmenin hazzı, diğer yandan bütün yaşanan kötü olayların hatırası.

İlk hedefimiz olan 105'teki yan kola geldiğimizde benim tadım iyiden iyiye kaçmıştı. Oktar'ın zamanında incelediği inişte belki yukarılara doğru bir geçiş buluruz umuduyla yan kolun olduğu yere tırmandık. Yukarı doğru bir çıkış imkanının olmadığını görünce kolun dibine indik ve buradan ana kola bağlandık.

Biraz oturup bir şeyler yedik. "Belki biraz daha inip ısınırsam kendime gelirim" dedim. Bir kaç iniş daha indik. Benim stresim azalmıyor, artıyordu. Ahmet'e "çıkalım mı" diye sordum. Gerginliğimi o da hissetmiş olacak, duraklamadan "tabi abi, nasıl istersen" dedi. Daha aşağıdaki yan kola bakma fikrinden vaz geçmiş olduk ve toplayarak çıkışa geçtik. Çıkışa ulaşıp mağaranın ağzına oturunca rahat bir nefes aldım. Bazı travmaların üstesinden gelinemiyordu belki de.

Ertesi gün sabah biraz yüzey taraması yaptık. Bir şey bulamadık ve öğlen gibi yola koyulduk. Taşeli'den inen yokuşun 23 tam dönüşlü viraja sahip kısmındaki bakkalda mola verdik. Bakkal amcayla karısı beni anımsadılar. Eskiden kalabalık ekiplerle gelen mağaracılardan bahsettiler. Hatta bir tanesi o zamanlar çok ufak olan çocuklarının fotoğrafını çekmişti ama malesef kendilerine bir kopyasını göndermemişti. İkram ettikleri yemeği (çökelek, bal-kaymak, keçi peyniri ve bazlama) afiyetle yedik ve Anamur'a doğru yola koyulduk.

Anamur'daki bir pastanede dondurma yemek isteyince görünüş (ve kokuş) olarak ne kadar insanlıktan çıktığımızı fark ettik ve utandık. Ama dondurmaları da yedik. Şimdi MAD'ın yaylacık etkinliğine kısa bir süre katılmak üzere Gündoğmuş'a doğru gidiyoruz. Ama önce bir yere daha uğrayacağız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder